Ağustos ayının ilk haftasından itibaren gelen acı haberlerle birlikte, Türkiye bir kez daha kadına yönelik şiddeti konuşmak zorunda kaldı. Trabzon’un Beşikdüzü ilçesinde, devlet koruması altında olan Sinem Topaloğlu’nun ayrılmak istediği eşi tarafından öldürülmesi, sadece bölgesel değil, ülke genelinde bir vicdan meselesine dönüştü. Ancak kamuoyunda bu cinayetin politik doğasına ilişkin yükselen her itiraz, bazı çevrelerce hedef alındı. “Kadın cinayetleri politiktir” gerçeğinin üzeri örtülmek isteniyor.
Ne yazık ki bu hayati meseleyi anlamaktan aciz olan sözde uzmanlarımız, temelsiz klişelerle cinsiyet eşitsizliğini “bireysel mesele” olarak sunmaya çalışıyor. Oysa bu konu entelektüel ciddiyet gerektirir. Bilgi sahibi olmadan fikir beyan edenlerin toplumsal zararı artık göz ardı edilemez noktaya gelmiştir. Gerçek çözüm, gerçek analizle mümkündür.
Kadın-erkek eşitsizliği, insanlık tarihine sınıflı toplum düzeniyle birlikte yerleşmiştir. Üretim araçlarının mülkiyeti belirli sınıfların elinde toplandığında, toplumsal roller de yeniden şekillenmiştir. Erkek egemen sistemin, kadını üretim dışında konumlandırması; onun üzerindeki tahakkümün tarihsel temelini oluşturmuştur. Bu yapısal sorun, yalnızca bir “aile içi mesele” değil, doğrudan toplumsal düzenin ve ekonomik yapının bir sonucudur.
Bugün hâlâ birçok kadın, kendisine “ait” olduğunu düşünen erkekler tarafından yaşam hakkından mahrum bırakılıyor. Bu noktada şiddetin nedeni bireysel patolojiler değil, sistematik eşitsizliktir. Dolayısıyla kadın cinayetleri hem tarihsel hem de politik bir meseledir.
Heraklitos’un dediği gibi, “Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız.” Toplumlar değişiyor, dönüşüyor. Üretim ilişkileri, aile yapıları ve ekonomik dengeler artık çok farklı. Derinleşen ekonomik krizle birlikte ne gençler kutsal sayılan aile yapısını kurabiliyor ne de kurabilenler geçinebiliyor.
Sinem Topaloğlu’nun anneannesinin aktardığına göre, katil kendisine “Ben sizin kızınıza bakmak zorunda değilim” demiş. Bu cümle bile kadının sistem içinde nasıl bir yük, nasıl bir “yükümlülük nesnesi” olarak görüldüğünü gözler önüne seriyor. 30 yıl önce bir kişinin maaşıyla geçinen aile yapısı artık tarihe karıştı. Bugünün koşullarında, bırakın aile geçindirmeyi, bireyler kendi temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyor. Üstelik, asgari ücretle çalıştırdığınız çalışanlarınız bile bunu başaramıyor!
O zaman soralım: Bu ekonomik yapı politik değil mi?
Elbette burada mevcut hükümeti toptan suçlamıyoruz. Doğru adımlar da atıldı. KADES gibi uygulamalarla önleyici güvenlik mekanizmaları geliştirildi. Kadınların üretim süreçlerine daha fazla katılması da olumlu bir gelişmedir. Ancak bu yeterli değildir.
Asıl sorun, bu meselenin derin sosyolojik boyutlarının hâlâ göz ardı ediliyor oluşudur. Kadına yönelik şiddeti yalnızca “suç” olarak görmek, çözüm üretmez. Bu bir politika sorunudur, çünkü eşitsizlik toplumsal yapının içinde yeniden üretiliyor. Ayrıca parlamentoda bu konuda derinlemesine analiz yapabilecek, çözüm geliştirebilecek nitelikte vekil sayısının yok denecek kadar az olması da ayrı bir krizdir.
“Kadın cinayetleri politiktir” söylemi, yalnızca 23 yıllık bir iktidarın değil, tüm siyasal düzenin ve yapısal eşitsizliklerin eleştirisidir. Bu gerçek, mevcut iktidardan önce de vardı. Eğer önlem alınmazsa, ne yazık ki sonra da olacak.
Mesele ne yalnızca bir adamın öfkesi, ne bir kadının yalnız kalışı, ne de bir annenin gözyaşıdır. Mesele, toplumun tamamının sırtına yüklenmiş bir adaletsizliktir.
Kadın cinayetlerinin politik olduğu gerçeğini görmezden gelmek, daha fazla hayatın kararmasına göz yummaktır. Göz yummayın.