Süleyman Hacıbektaşoğlu yazdı...
Geçtiğimiz günlerde Kamuda Toplu İş sözleşmesi Çerçeve programı ile ilgili Birgün Gazetesi'nde Aziz Çelik o kadar basit şekilde yaşananları anlattı ki okumanızı tavsiye ederim.
Hani son özellikle 15 yılında halkın artık bir şeyi en basit anlamıyla anlatıldığını anlatan "Birine anlatır gibi" sözü geldi aklıma. Tam da öyle yapmış.
Ben de oradan aldığım bilgilerle bu yazıyı yazıyorum. Ben öyle anlatabilir miyim bilmem artık.
Hele bir başlayayım bakalım olacak mı ;
“Alın terinin gramı hesapla, faizcinin trilyonunu göz kırpmadan öde. Adına da adalet de!”
Kamu işçilerine yönelik toplu iş sözleşmesi süreci, tarihe bir utanç belgesi olarak geçmiştir. 600 bini aşkın işçinin sofrasına koyacağı ekmek, hükümetin oyalamasıyla, sendikaların basiretsizliğiyle ve kamuoyuna pompalanan yalanlarla küçülmüştür.
Yedi ay süren görüşmelerde hükümet, önce teklif vermedi. Sonra verdiği teklifi geri çekti. Ardından grev tehdidini savuşturmak için grevleri "erteledi", yani fiilen yasakladı.
Sendikalar mı? Türk-İş ve Hak-İş, bırakın mücadeleyi, kamu işçilerinin kaderini hükümetin iradesine terk ettiler. Verilen teklifin arkasında duramadılar, grev kararını sahaya taşımadılar. Sözde temsil ettikleri işçileri, 30’luk bir kırıntıya razı ettiler.
Ama mesele sadece yüzde 30 meselesi değil. Çünkü o da kâğıt üzerinde.
İşçinin eline geçen, vergi dilimleriyle, kesintilerle, enflasyonla lime lime edilen bir net yoksulluktur. Brüt zam üzerinden yapılan hesaplarla “ücretler yüksek” algısı yaratılıyor.
Oysa resmi verilere göre 2025’in ilk yarısında kamu işçisinin ortalama eline geçen ücret 37 bin liradır. Üstelik bu rakam, zam alınmayan bir dönemin verisidir. Zam geldiğinde ise vergi dilimi büyür, artışın çoğu devlete geri döner. İşçinin cebinde yine aynı çorak ay sonu kalır.
Hükümetin en büyük başarısı, düşük ücreti yüksekmiş gibi göstermesi. Üstelik kamuoyu da bu illüzyona kapılmış durumda. “Odacı müdürden fazla alıyor” türü dedikodularla, işçi düşmanlığı işleniyor. Kamu emekçileri birbirine düşürülüyor. Memur az alıyor diye işçiye çok deniyor. Oysa mesele, birinin diğerinden çok alması değil; herkesin birlikte az alması.
Bu bir sınıf kırımıdır. Böl, parçala, sustur taktiğinin yeni versiyonudur.
Sormak gerekir: 2025’in ilk yarısında kamu işçisine ödenen 125 milyar TL, bütçeye yük olurken aynı dönemde faize ödenen 1,1 trilyon TL neden yük olmuyor?
Hükümetin tercihi açıktır: Emekçiden kes, faize öde!
Çünkü kamu bütçesi bir aile bütçesi değil; bir sınıfın tercihidir. Sermayeye faizle, müteahhide garantiyle, savaşa milyarlarla açılan kasa, işçiye gelince kilitleniyor. “Kaynak yok” yalanı işçinin gözünün içine baka baka söyleniyor.
Ve sendikalar?
Artık söylemekten dilde nasır: Türk-İş ve Hak-İş, hükümetin toplu sözleşme danışmanı gibidir. Sadece imza atmak için masaya otururlar. Sahada yokturlar, kürsüde yokturlar, işçinin yanında hiç yokturlar.
Bu tablo, sadece bugünün değil, geleceğin de habercisidir. Grev yasağı bir refleks haline gelmiş, kamuoyuna pompalanan yalanlar hak arayışını etkisizleştirmiş, sendikal hareket itibar kaybetmiştir. Bu, diğer TİS süreçleri için de alarmdır. Bugün kamu işçisi, yarın belediye işçisi, sonra özel sektör emekçisi aynı senaryonun figüranı olabilir.
O yüzden, mesele sadece kamu işçisinin değil, tüm işçi sınıfının meselesidir.
Kamu işçisi çok almıyor, memur az alıyor. Asgari ücretli daha da az alıyor. Emekli ise hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bu tablo, ücret rekabeti değil, sınıf dayanışması gerektirir. Hep birlikte insanca yaşanacak bir ücret talep etmek, mücadeleyi ortaklaştırmak gerekir.
Bu düzende tek gerçek şudur: Brüt artış illüzyondur, net zulüm gerçektir.
İşçiyi rakama boğarak, hakkını unutturan bu düzene karşı verilecek en büyük yanıt; örgütlü, militan ve sınıfsal mücadeledir.
Ve unutulmasın: Her susulan söz, patronun kasasına düşen bir altın demektir.
Bilmem anlatabildim mi?